O ÖLMEDEN NEFSİNİ ÖLDÜRENDİ

O ÖLMEDEN NEFSİNİ ÖLDÜRENDİ
Saygıdeğer Basınımıza;
Malatya’nın hayal ötesi yaşam biçimiyle belki dünya çapında değeri, ‘nefsini öldürüp ölen kişisi’, onlarca kitap yazan, üç dil bilen, iktisat fakültesi mezunu, Malatyalıların Üstat adını verdiği Hüsamettin Yıldırım’ın birinci ölüm yıldönümünü geride bıraktık.
1941 yılında Erzurum Hınıs’ta doğduktan altı ay sonra annesini kaybetmiştir. Der ki, “Annem öldükten sonra benim ortada kalmam, büyümemem lazımdı. Allah beni öldürmedi. Hem de aile içindekiler, ‘ölse de kurtulsak’ dedikleri halde. Bütün canlıların rızkı Allah’ın üzerinedir. Mesela karıncıların ne sosyal sigortası vardır, ne asgari geçim indirimi.”
Üvey anne elinde sıkıntılar çekmiş, babasının eşiyle ayrı hayat kurmak için evini ayırmasıyla babaannesi yanında yaşamaya başlamış ve sonra kader onu Malatya’ya yollamıştır. On iki yaşında Malatya’da ilkokula başlamıştır. Kimsesizlikten dilenci çetesinin eline düşerek İstanbul’a kaçırılmış, birkaç gün sonra kendisini dilendiren ve gözetleyen zalimin elinden bir fırsatını bularak kaçıp kurtulmuş, bilmediği bir yerde, bir duvarın dibinde ağlarken yanına gelip derdini soran Malatyalı ve eşi de komiser olan bir kadının sıcak ilgisi sayesinde otobüse bindirilip Malatya’ya gönderilmiştir.
Çocukluğumda, rahmetli babamın yolda topallayarak yürüyen bir genci göstererek, “Bak oğlum bu genç liselilere matematik dersi veriyor.” dediğini unutmadım. Üstat der ki, “Lise yıllarımda, öğrencilere matematik, fizik dersleri verir, aldığım cüzi ücretlerle hayatımı devam ettirirdim. Bir de insanlar benim halimi görüp yardımlarda bulunurlardı. Pantolon, gömlek, yiyecek, para gibi. Ramazan ayında ben istemesem de çay, çay şekeri, toz şeker, helva getirirlerdi, fitre verirlerdi.”
Malatya’nın üstadı, zatı muhterem merhum Hüsamettin Yıldırım, olağanüstüler üstü bir yaşam sürerdi. Bekar yaşar, telefon kullanmaz, radyo, televizyon, elektrik kullanmaz, bir piknik tüpü, bir çaydanlığı, bir kaşığı dışında eşyası bulunmazdı. Paralı olduğu için arabaya binmez, kendisini ince giymeye alıştırdığı için giyim gideri olmazdı. O, insanın ne kadar az parayla yaşayabileceğinin anıtı ve kanıtıydı. Bir gün televizyonda, “Sokağa çıkacağım zaman su içmem. Çünkü tuvaletler paralı.” dediğini hatırlıyorum.
Arkadaşlarının, ayağının sakatlığına bakıp, “Devlet sakatlara maaş veriyor. Müracaat et.” dediklerini, kendisinin devlet adamlarıyla arasının pek iyi olmaması sebebiyle, gidip kap kapı evrak dolaştıramayacağı için bu talebi kabul etmediğini ama arkadaşlarının daha sonra kendilerinin bizzat önüne düşerek evrakları imzalatıp kendisine bir maaş bağlanmasını temin ettiklerini söylemiştir.
Yine, der ki, “Zevk için yiyecek almam. Birkaç yıl önce arkadaşlardan biri bana, ‘Üstat yeni bir dondurmacı açılmış, oraya gideceğiz, sen de gel’ dedi. Ben o yaşıma kadar sadece iki küçük külah dondurma yemiştim. Güzel bir dille söylediği için kıramadım. Gittik. Birer porsiyon geldi. Onlar çay kaşığının ucuyla yavaş yavaş yiyorlar. Ben hemen bitirdim. İkinci geldi. Onu da bitirdim. Yedi porsiyona çıktı. ‘Yok’ demeyeceğimi bildikleri için daha teklif etmediler.Hatta, ‘hastalanacak mıyım’ diye beni takip etmişler. Böylece dondurmaya alıştım.
Arkadaşlar sık sık dondurmacıya götürdüler. 1998’in Ağustos ayında bir oturuşta bir kilo yedi yüz elli gram dondurma yedim.”
Kitap yazmaya nasıl başladığı hususunda da, “Orada burada, televizyonda gerek dini, gerek siyasi konularda tartışmalar dinledim. Birine göre doğru olan, ötekine göre yanlıştı. Bir noktaya varmak için tartışmazlardı. Mesela, ben çocukluğumdan beri sakal, bıyık bırakmamışım. Derler ki, ‘Sakal bırak, bıyık bırak, şalvar giy. Bunlar sünnet. Yoksa dinden çıkarsın.’ Bunu diyenin bir zaman sonra sakalını kestiğini görür hayret ederdim. Bunları görünce o konuda yazılmış bütün kitapları aldım okudum, bütün görüşleri araştırıp, topladım, öğrendim. Sonra kendi görüşümü ortaya çıkardım, kendi fikrimi netleştirdim. Yazılar yazdım. Kaybolmasın diye kitap haline getirdim. Yoksa kitap yazma niyetim yoktu. Okuyanlar fikirlerimi ister kabul etsin, ister etmesin hiç umurumda değil.” der.
Kitaplarını bir yayınevine telif hakkını devrederek bastırmadığını, öyle yaptığı taktirde, yayınevi sahibinin kitaptaki fikirlerine karışabileceğini, beğenmediği yerleri çıkarmasını isteyebileceğini düşündüğü için kendi kitabını hep kendisinin bastırdığını, kitaplarına kafadan bir yayınevi adı yazığını söylemiştir. Üstat, yine kitaplarını kitapevlerine vererek sattırmadığını, kendisini tanıyanların istedikleri kitabı kendisinden istediklerini, kendisinin de getirip verdiğini söylemiştir. Kitapevine verdiği taktirde bazılarının kitabı raftan alıp orasını burasını açıp, kapatarak yıpratabileceğini ayrıca enflasyondan dolayı devamlı fiyatın değiştirileceğini, hangi fiyattan satıldığının bilinemeyeceğini, kitabının ucuz satılması halinde, kendisi hakkında, ‘Dışarıdan yardım mı alıyor?’ denilebileceğini söylemiştir.
Üstat, dilimiz ve öztürkçe mevzusuna da şu şekilde temas etmiştir: “Bir Türkçeleştirme akımı başlatıldı. Dilimizdeki Arapça, Farsça kelimelerin atılıp yerine geçecek kelimeler arandı, bulamadıklarının yerine de kendileri uydurup ‘Öztürkçe’ adını verdiler. Kelime öztükçe ise eğer herkesin anlaması lazım değil mi? Yok, illa sözlüğe, lügata bakacaksın. Bununla beraber bir de eski kitapların gençler tarafından anlaşılmaması hususu var. Bir zamanlar nurculuk vardı. Saidi Nursi Kuran’I açıklamak için kitaplar yazmıştır. Ben o kitapların hepsini aldım ki okuyayım ama dili çok ağır olduğu için bir şey anlayamadım. Kaldırdım attım. Benim kitaplarımın dili de ağır ama onlar kadar değil.”
Üstat Hüsamettin Yıldırım, Malatya’da örnek aldığı bir kişinin olmadığını, kitaplarında adlarını yazdığı gibi bazı ordinaryüs profesörleri, profesörleri, doçentleri, Mehmet Akif’i, Peyami Safa’yı, Yahya Kemal’i vd. sevip, saydığını onlardan çok faydalandığını belirtmiştir.
Üstat, mutluluk hususunda da, “Derler ki, ‘Hıristiyan olursan mutlu olursun, Yahudi olursan mutlu olursun, Müslüman olursan mutlu olursun… Bütün peygamberler Müslümanlık dininin peygamberidirler. Hepsi de çok büyük felaketler, acılar yaşamışlardır. Peygambere en yakın olan evliyalar da öyle. Ben mutlu olmak için her şeyi yaptım ama mutlu olamadım. ‘Dedim ki suç bende, Müslümanlıkta değil.’ Anladım ki, insan bu dünyada mutlu olamaz.” (Ender Sümer’le konuşma İnternet)
O böyle söylemiştir ama bir ameliyat için yattığı hastanede görevli hemşire, ”Bu adam kim? Kendisi fakir, perişan biri ama gelen ziyaretçiler hep önemli kişiler.” demiştir.
Evet, bu geçici dünyadan adeta yaşamadan ama yaşayan ve yaşatacak olan onlarca eser bırakarak ve dünya nimetlerine yenilmeyerek, olağanüstüler üstü bir yaşama tarzı ile insanın neleri başarabileceğini herkese göstererek, ‘nefsini öldürüp ölen’ insan olarak ayrılan Malatya’nın Üstadı, sevgili evladı Üstat Hüsamettin Yıldırım’a, Yüce Yaradan ebedi mutluluğu nasip eder inşallah.
Kadir, kıymet bilir Malatyalı hemşerilerime en derin saygılarımla sunarım… 04.03.19
Av. Selahattin Sarıoğlu